KARBONHİDRATLAR VE
EGZERSİZ
l Hangi
karbonhidrat alınırsa alınsın,ister sebze ve tahıllardaki nişasta,hayvansal
ürünlerdeki glikojen ve isterse de sütteki laktoz,hepsi bağırsak ve mide
boşluğundaki bakteri ve enzimlerin işlevi sonucu glikoz ya da glikozla früktoza
çevrilir.Früktozunda tekrar glikoza çevrildiğini dikkate alırsak bağırsaktan
karbonhidratların emilimi glikoz şeklinde olmaktadır.
l Emilen
veya diğer ifade ile vücuda alınan şeker bağırsaklardan emilimi takiben kana
karışarak hücrelere gider.Hücreler bu glikozu parçalayarak enerji ve laktik
asite dönüştürürler.oluşan laktik asit kaslarda birikirken, açığa çıkan
enerjide metabolik reaksiyonların gerçekleştirilmesinde kullanılır.
l Ancak
vücuda alınan karbonhidrat miktarı hücrelerin ihtiyaç duydukları enerji
düzeyinin üzerinde ise o zaman glikoz fazlası, kan yolu ile karaciğere gelerek
burada depolanır.şayet karaciğerin glikojen depolama kapasitesinin de üstünde
bir karbonhidrat alımı söz konusu ise bu fazla şeker yağa dönüştürülerek
vücudun yağlanmasına sebep olur.
l Egzersiz
esnasında enerji için ihtiyaç duyulan glikoz,kaslardaki mevcut glikojenden
sağlanır.sanılanın aksine aktif kaslardaki glikoz miktarı inaktif kaslara
nazaran çok daha azdır.bunun nedeni gene aktivitenin kendisidir.aktif kaslar
hareketleri ile sürekli olarak glikozu inaktif olanlara iletir veya kendileri
enerji için tüketirken inaktif olanlar glikozu depolama yoluna gider.
l Buradan
yola çıkarak egzersiz sırasında kişide aktif kas hücrelerinin aşırı çalışması
ve aşırı enerji tüketimine bağlı olarak glikoz tüketimi artışa geçer.egzersiz
düzeyi ne kadar artarsa yakılan glikoz miktarı da o derece artar.kişi
egzersizin ilk 20 dakikasında kaslardaki mevcut glikojeni hızla tüketir. 20
dakikalık bu süreçte kişinin kan glikoz düzeyi belirlenecek olursa,
l Beklenenin
aksine glikozda düşme değil biraz artış bile olabilir.bunun nedeni azalan ve
gittikçe tükenen kastaki glikoz rezerv açığını karaciğerin kapatmaya çalışması
ve bu amaçla kaslara kan yolu ile glikojen takviyesinde bulunmasıdır.ancak 20
dakika tamamlandığında ve geçildiğinde artık bu takviye glikoz düzeyinde dikkate
değer derecede azalma olacaktır.
l Bu
aralıkta vücut derhal glikozdan vazgeçer ve enerji için yağı parçalama ve
kullanma yoluna gider.bu aynı zamanda vücudun glikoz rezervlerini korumak amacı
ile yapılan bir savunma mekanizmasıdır. zira glikojen ve glikoz sadece egzersiz
için değil tüm metabolik faaliyetler için gereklidir.
ayrıca
glikoz olmaksızın yağlarda parçalanmaz zira yağları parçalamak içinde enerjiye gereksinim vardır ki bunun
da kaynağı gene glikozdur. Egzersiz 20 dakikayı aşarak daha da uzadığında
kaslardaki tüm glikojen yanmış ve tüketilmiş olmasına karşılık zor da olsa
vücud egzersize devam edebilir.
l Zira
glikoz çok çabuk yanarak hemen enerji temin edebilecektir. Buna karşılık
eğitimli,egzersizi düzenli yapan bir metabolizma yağı kullanma ve yağı yakma
yoluna gider.zira bu bireylerde egzersize bağlı olarak yağı öncellikle kullanan
ve onu enerjiye çeviren enzim mekanizması çok daha fazla ve çalışmaktadır.
l Dolayısıyla
metabolizmalar daha fazla yağ yakarak daha fazla glikoz depo etme
eğilimindedirler. Bunun doğal sonucu olarak karaciğerden kana ve kaslara
geçerek takviye glikojen miktarı çok daha az olacaktır. İşte antrenmanlı
bedenlerin diğerlerine kıyasala daha dayanıklı olmalarının başlıca sebebi önce
yağı,sonra glikozu ve antrenmansız olanların artık iyice pes ettiği sıralarda
takviye karaciğer glikojenini kullanarak enerjiyi daha uzun zamana
yayabilmeleridir. Bu durum onlardaki dayanıklılığın sebebidir.
l Kaslar
vücuda alınan glikozun 3/2sini tutarken kalan 3/1lik kısımda karaciğer
tarafından ihtiyaç duyulan zamanlarda sonradan kullanılmak üzere saklanır.
Ancak karaciğerdeki glikozun glikojen rezervi şeklinde depolanmasında üst
düzeylere eriştiğinde arta kalan glikojeni karaciğer sürekli ve azar azar
kullanılmak üzere yağ şeklinde depolar.
l Buna
karşılık ancak kandaki şeker düzeyi normal olduğunda kişi kendisini enerjik ve
formda hissedebilir.dolayısıyla kişinin günlük hayatındaki dinamikliği ve
kendisini enerjik hissetmesi öncelikle kan şekerini kontrol altında tutan bir
diyete yönelmesi ile mümkün olabilir.kandaki şeker miktarı,örnek olarak
yemeklerden sonra olduğu üzere yükseldiği an,kaslar bunu glikojen şeklinde
depolar.
l veya
kaslara göndererek buradaki hücrelere ve dokulara yağ şeklinde depolatır.
l Kandaki glikoz seviyesine ve bu seviyedeki
değişmelere en fazla duyarlı sistem sinir sistemi.en fazla duyarlı organsa
beyindir. kandaki glikoz seviyesi artışa geçtiğinde kişide sürekli uyuşukluk ve
uyku hali,azaldığında ise zayıflık ve düşkünlük hali dikkati çeker.
l Daha
da yükselmeye devam ettiğinde bu glikojen’i yağ’a çevirirler. Tersine uzun
süreli açlık veya aktivite sonrasında kandaki şeker miktarının düşmesi halinde
ise önceden depo edilen kaslardan ve karaciğerden kana ve dolayısıyla dokulara
şeker çekilmesi devreye girmiş olur.
l Glikoz
düzeyinin kandaki artışını sezen ilk organ pankreas olup insülin hormonunu
salgılayarak bu duruma tepki gösterir.insilün hormonu kandaki glikoz’un kandan
karaciğere yönelmesini ve orada glikojen şeklinde (ki insilün fazla glikozun bir
kısmını sadece karaciğerde değil,kaslarda da depolatabilir)depolatarak kandaki
glikoz düzeyinin düşmesini sağlar.
l Kaslarda
ve karaciğerdeki glikojen de şayet çok fazla düzeylerde depo edilme
durumundaysa yukarıda da değinildiği üzere bir kısmı yağa dönüştürülerek
depolanır.Ancak kandaki açlığa,egzersiz’e veya aktiviteye ya da bir hastalığa
(tümör v.b) bağlı olarak cereyan eden aşırı glikoz miktarındaki azalma
beraberinde gene pankreas tarafından salgılanan ancak insülin’e zıt glukagon
adlı hormonun salgılanmasını gündeme getirir.
l Glukagon,insülin’in
fonksiyonunun aksine karaciğerdeki ve kaslardaki depo glikojen ve glikoz’u
tekrar kana çekerek kandaki glikoz miktarının artışını sağlar.işte glukagon ve
insülin’in bu şekildeki kan şekerini azaltıcı ve artırıcı etkileri sonucunda
kan şekeri bir şekilde dengede tutulmuş olmaktadır.metabolizmada şeker
dengesini sağlamak için aşağıda belirtilen
l metabolizmada
şeker dengesini sağlamak için aşağıda belirtilen üç hususun önemle dikkate
alınması gerekir.
l Karbonhidratlar
vücuda alındığında çok çabuk glikoza parçalanarak kana karışacak,dolayısıyla
insülin salgılanmasını sağlayacak,salgılanan insülin sayesinde,alınan şeker
miktarı şayet aşırı ise karaciğer ve kaslarda depolanacaktır.
l Vücuda
protein alındığında proteinler,glukagon salgılanmasını tetikleyerek kanda
artışa geçen şekeri kas ve karaciğere çekerek kan şekerini düşürücü fonksiyonda
bulunacaktır.
l Vücuda
yağ alındığında ise,yağlar özellikle mide ve bağırsak çeperinde zor
emildiğinden dolayı tokluk hissi oluşturarak,ayrıca sindirimi geciktirerek bir
anda besin elementlerinin(başta şeker olmak üzere) kana karışımından
ziyade,yavaş ve devamlı surette kana karışımına olanak sağlamış olacaklardır.
l Bu
şekilde yağlar,bağırsak boşluğuna gelen şekerin az miktarlarda ve devamlı bir
şekilde yani kontrollü olarak kana karışmalarını sağlamış,bu yolla da kan
şekerini kontrol etmiş olacaklardır.
l Kandaki
şekerin çok fazla miktarda düştüğünü varsayalım.böyle bir durumda kaslar
glikozu,karaciğerde vücudun öncelikli ihtiyacı olan amino asitlere dönüştürmek
için karaciğere gönderecektir.karaciğer,bu gönderilen glikozların bir
kısmını,beynin enerji ihtiyacını gidermek amacı ile yağa dönüştürecektir.
l Bu
durum süreklilik arz ettiğinde artık beyin için enerji takviyesi de azalma
göstermeye başlayacaktır.zira glikoz’ların enerji olarak kullanım şansı ortadan
kalkacak,proteinlerde tüketilecek ve sadece bunların artıklarından yağ
üretilmesi sayesinde çok kısıtlı bir enerji temini sağlamış olacaktır.
l Beynin
fonksiyonlarındaki yavaşlama bu tür durumlarda kendisini
açlık,huysuzluk,endişe,asabiyet şeklinde belli edecektir.bu reaksiyonların
açıklandığı şekilde ortaya çıktığı bu klinik tablo hypoglisemi olarak
adlandırılır(hypo:düşük,gli:şeker ve emi:kan yani kandaki şeker seviyesinin
düşmesi).
l Aslında
bu tablo,ismini bilmeden ve çoğu kez fark etmeden bir çoğumuzun,günün çeşitli
zamanlarında yaşadığı bir tablodur.ancak belirli bir süre sonra yemek
takviyesi,dinlenme gibi durumlar sonucunda kan şekerinin yerine gelmesi ile
fark etmeden hypoglisemi tablosundan sıyrılmış oluruz.
l Bir
de tümör,kist gibi hastalığa bağlı olarak oluşan hypoglisemi tablosu vardır ki
burada dinlenme ve yeme de durumu düzeltmez.zira tümoral değişimler ve doku
değişiklikleri sürekli kandan şeker harcayarak kandaki şeker seviyesinin
devamlı düşük kalmasını sağlar.
l Bu
nedenle de bu hastalarda asabiyet,yorgunluk,bilinç kaybı,baş ağrıları ortaya
çıkar.burada beslenmeye yapılabilecek çok fazla bir şey yoktur.çözüm erken
teşhis ve tedavidir.
l Kısaca
karbonhidratlarda insanoğlunu bekleyen tehlikelerden birisi olan
hypoglisemi’nin kontrol altına alınması için şu hususlara dikkat edilmesi son
derece yararlı olacaktır.
l Yeterli
oranda protein alımı(glukagon’u salgılatarak azalan glikoz’un kanda yeniden
artışını sağlayacak.),
l Biraz
yağ alımının da ihmal edilmemesi(yukarıdaki açıklamalardan hatırlanacağı üzere
sindirimi yavaşlatarak şekerin bağırsaktan kana kontrollü geçişini mümkün
kılacaktır),
l Karbonhidratların
özelliklede lif yönünden zengin hububat,sebze ve meyve şeklinde tüketilmesi
yoluna gidilmesi (açıklamalardan hatırlanacağı üzere lifler bağırsakta dolgu
maddesi teşkil ederek protein,yağ ve şekerlerin daha yavaş ve kontrollü
emilmesini sağlayacaktır.
l Bu
sayede şekerler bol miktarlarda ve süratli olarak bağırsak çeperinden emilme
yerine sürekli ve az miktarlarda emilerek kana karışacaklardır.böylelikle kan
şekerinin ani düşüşleri veya çıkışları kontrol altına alınmış olacaktır).
l Hypoglisemi’deki
tablonun aksine,vücuda sürekli olarak ve vücudun enerji gereksiniminin çok
üstünde karbonhidrat yüklemesinin yapıldığı durumlarda kan şekerinde sürekli
kan şekeri artışı gözlenecektir.kan şekerinin bu artışına yukarıda da
değinildiği üzere ilk tepki pankreas’dan gelecek ve bu organ kan şekerini
düşürmek amacı ile kandaki şekerin kandan karaciğere çekilmesini sağlayacaktır.
l Ancak
vücut dışarıdan şeker yani karbonhidrat almaya devam ederse alınan şeker
miktarı karaciğerin şekeri depolama kapasitesinin üzerinde olduğundan dolayı
karaciğer depolayamadığı şekerin bir kısmını yağa dönüştürerek yağ depolayan
hücrelere gönderecektir.
l Böylelikle
organlarda ve kaslarda kısaca vücudun çeşitli kısımlarında yağlanmalar
olacaktır.diğer bir ifade ile şişmanlık.aslında bu şekildeki diyabette dikkat
edilecek olursa inselin hormonu kısmen veya az da olsa salgılanmaktadır.
l Oysa
halk arasında çoğu kez diabetin inselin yokluğu olarak tanındığını görüyoruz ki
bu tür Diyabet,diyabetlerin aslında küçük bir kısmını oluşturuyor.yukarıda
anlatılan tip diyabetlerde ise az veya yetersiz de olsa bir inselin,az veya
yetersiz de olsa insülin’e karşı metabolizmanın bir yanıtı var.
l Ancak
inselin miktarı ve gücü,yetersiz insülin salgılanmasına bağlı olarak çok zayıf
kalmakta ve bu hormon bu tür diyabetli bireylerde tüm kan şekerinin karaciğere
gönderilip depolanmasında yeterli olamamaktadır.sadece bir kısım,karaciğere
gidebilmekte ve yukarıda da değinildiği üzere o da yağa çevrilerek yağ
depolayan hücrelere gönderilmektedir.
Dolayısıyla hala kanda bir kısım şeker,fazla miktarda olarak
kalmaya devam edecektir.böyle bir durumda diyabetli kişi daha da karbonhidrat
almaya devam ederse böbrekler devreye girerek fazla şekeri üre halinde dışarı
atmaya çalışacaktır.ancak gene de karbonhidrat alımı üstelikte aşırı şekilde
devam ederse,böbreklerin bu çabasıda yeterli olmayacaktır
l Bir
de aşırı idrar üretimi kaçınılmaz olacak ve dehidrasyon yani su kaybına bağlı
olarak bu sefer zayıflama,halsizlik,enerji yokluğu ve dolayısıyla metabolik
faaliyetlerin dumura uğraması,yapılamaması söz konusu olacaktır.bilindiği üzere
su,tüm metabolik reaksiyonların gerçekleşmesi için bir vasattır.ayrıca bu
reaksiyonları düzenleyen hormonların başlıca yapı taşlarındandır.
Bunun da ötesinde kanın toksit maddelerinden arınması yani
detoksifikasyonu,mide ve bağırsak kanalındaki toksit metabolitler,idrar yani su
kompleksi ile vücuttan arınacaktır.dehidrasyona bağlı olarak tüm bu
faaliyetlerin gerçekleşmemesi sonrasında diyabetli bireyi nasıl ağır klinik
tablonun beklediği de kolaylıkla anlaşılabilir
l Kısaca
diyabetli kişilerde inselin hormonu yetersizliğinden kaynaklanan,fazla şekerin
yağa dönüştürülmesi ile ortaya çıkan bir şişmanlık tablosuyla karşı
karşıyayız.daha ileri safhalarda tedavi ve diyete gidilmemesi durumlarında ile
dehidrasyon ve böbrek yetmezliği şeklindeki komplikasyonlar kaçınılmaz
olmaktadır.
l Diyetlerimizde
fazla şeker yüklenimine karşı bazı öneriler ve alternatifler:
l Daima
vücudumuzu daha az konsantre şeker tüketimine yani yemeklik küp şeker,kahverengi
şeker,bal ve şurup gibi,yönlendirmeliyiz.
l Bu
şekerler yönünden zengin içecek,dondurma,kek,pasta türü tatlıların daha az
tüketimine gitmek.
l Bol
sulu sebze ve meyve yiyecekleri hazırlayarak şekeri bu tür yiyeceklerden
sağlama yoluna gitmek.zira bu tür sulu yemeklerde ilave edilen su,meyvelerdeki
şekeri aşırı düzeyde bile olsa dilue edecek yani sulandıracak ve bir kısmını
idrar şeklinde vücuttan atabilecektir.
l Özellikle
diş çürümeleri riskini göz önünde bulundurarak günün çeşitli zamanlarında tatlı
tüketimi yerine bu tüketim zamanlarını mümkün olduğunca aza indirmek.bu şekilde
organizma ve inselin,hiç olmazsa kan da artışa geçen insülin miktarını düşürmek
için zaman kazanmış olacaktır.ayrıca dişler fırçalanarak,Karbonhidratların
çürütme riskine karşı,en azından bir sonraki tatlı alınımına kadar koruma
sağlanacaktır.
l Bol
miktarda türkçemizde mayi olarak da adlandırılan fazlaca sulandırılmış meyve
sularının tüketimine ağırlık verilmesi gerekir.
l Baharatlı
yiyeceklere yönelmek ve bunlara diyette ağırlık vermek,şekere olan
düşkünlüğü,özellikle uzun zaman periodları sonrasında,azaltıcı etki gösterir.
l Karbonhidratlarla
beslenmede en fazla üzerinde durduğumuz ve sağlığımız açısından en yararlı
olarak nitelediğimiz lifli yiyeceklerle ilgili aşağıdaki öneriler,gerek
kolesterolü düşürmesi,konstipasyon ve hemorhoid’i , atheriosklerosis’i önlemesi
ve gerekse de diyabeta karşı koruyucu etkide olması açısından son derece
yararlı olacaktır.
l Öncelikle
yeşil sebzeler ki bunların başında brokoli,brüksel
lahanası,lahana,kabak,maydanoz gelmektedir,bu sebzelerin diyetlerde ağırlıklı
olarak bulundurulması.
l Sadece
bir grup yiyeceğin tüketilmesinden kaçınılması.zira tek bir grup yiyeceğin
örneğin sadece yeşil sebzelerin veya sadece hububatların ağırlıklı olması bu
maddelerin lif yönünden zengin olmasına karşılık bazı vitamin,mineral ve
protein eksikliklerinden dolayı bu sefer de bu besin elementlerine ilişkin
eksiklikler gündeme gelecektir.oysa bu
gruptaki eksiklik başka grup gıda maddelerindeki besin elementleri tarafından
kolaylıkla giderilebilir.bu da ancak çeşitli gıda maddelerinin dengeli bir
şekilde bir araya getirildiği karma diyetlerin hazırlanması ile mümkündür.
l Özellikle
çavdar,arpa,mısır,yulaf,buğday,pirinç gibi hububatların diyetten eksik
edilmemesi gerekmektedir.önce de değinildiği gibi bu gıda maddeleri lif
yönünden son derece zengindir.
l Şayet
bulunabiliyorsa beyaz ekmek yerine esmer ekmeğin yani tüm buğday unundan
hazırlanmış ekmeklerin yenmesine özen gösterilmelidir.
l Sebze
ve elverdiği ölçüde bazı meyveler mümkün olduğunca kabuklu olarak
tüketilmelidir.zira bu kısımlar,hem lif hem de değerli vitamin ve minareller
yönünden zengindir.örnek olarak patatesin özellikle tatlı patatesin kabuğu lif
yönünden son derece zengindir.dolayısıyla gerek kızartma ve gerekse
haşlamalarda ki kızartmaların böbrek düşmanı olduğu düşünüldüğünde kabuklu
haşlanmış patates tüketimine ağırlık verilmesi son derece yararlı olacaktır.
l Avrupa
ülkelerinde marketlerde son derece yaygın buna karşılık ülkemizde yeni,yeni yer
almaya başlayan yulaf yiyecekleri(oat meal) ki bunlar katkı maddeleri ile direk
yemeye hazır halde satılmaktadır,bu maddelerin yenmesi tercih edilmelidir.
l Ancak
lif yönünden zengin gıdalarla beslenmeye ağırlık verilirken bunların dışkı yolu
ile vücuttan kolaylıkla atılmaları için bol suyla alınmaları gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder